Hayranlık duyduğum bir tarihsel kişilik olan Fatih Sultan Mehmet’in izlerini sürmek ve onun mirasını daha yakından tanımak için İstanbul’da en çok onunla özdeşleşen yere, Topkapı Sarayı’na bir gezi düzenlemeye karar verdim. Burası, Fatih’in İstanbul’u fethettikten sonra inşa ettirdiği, Osmanlı İmparatorluğu’nun kalbi olmuş bir yer. Yıllar boyunca padişahların, devletin ve saray halkının yaşadığı bu devasa kompleks, tarihin derinliklerine açılan bir kapı gibi.
Sabahın erken saatlerinde sarayın giriş kapısına ulaştığımda, Topkapı Sarayı’nın ihtişamı karşısında büyülenmemek elde değildi. Saray, sadece mimari açıdan değil, Osmanlı’nın zirvedeki dönemlerine tanıklık etmiş bir yapı olarak da tarih kokuyordu. Saraya adım attığınız anda, dört avludan oluşan geniş bir kompleksle karşılaşıyorsunuz. İlk avluya girdiğimde, Osmanlı’nın idari yapısının ne kadar düzenli olduğunu hemen fark ettim. Bu avluya “Alay Meydanı” deniyor ve Osmanlı döneminde yabancı elçilerin kabul edildiği, halkın padişahı görebildiği büyük törenlerin düzenlendiği bir yerdi.

İlk avludan ikinci avluya doğru yürürken, sağ tarafta yer alan sarayın mutfaklarını gördüm. Osmanlı İmparatorluğu’nun saray mutfakları, yalnızca sarayın hizmetlileri ve padişah ailesi için değil, saraya bağlı birçok insan için yemek hazırlardı. Günlük olarak yaklaşık 4.000 kişiye hizmet verebilen bu mutfaklar, devasa boyutlarıyla gerçekten etkileyiciydi. Ayrıca bu mutfaklarda pişirilen yemekler, Osmanlı mutfağının zenginliğini ve çeşitliliğini de gözler önüne seriyor. Fatih Sultan Mehmet’in döneminde, sadece Türk mutfağı değil, fethedilen topraklardan getirilen malzemelerle genişleyen bir yemek kültürü de oluşmuştu.
İkinci avluya ulaştığımda, asıl sarayın kapısı olan Babüssaade ile karşılaştım. Bu kapıdan geçmeden önce solda, Divan-ı Hümayun’un yer aldığı binayı gördüm. Burası, devletin en üst düzey yöneticilerinin toplandığı, padişahın bazen gizli bir bölümden izlediği divan toplantılarının yapıldığı yerdi. Fatih Sultan Mehmet, imparatorluğu bir sistem dahilinde yönetebilmek için devletin merkezini buraya kurmuştu. Divan-ı Hümayun’da sadrazamlar ve vezirler devlet meselelerini tartışır, imparatorluk içindeki ve dışındaki olaylar burada karara bağlanırdı.
Bu bölgeden ilerleyip üçüncü avluya girdiğimde, Osmanlı hazinesinin ve kutsal emanetlerin saklandığı bölümlerle karşılaştım. Özellikle Hazine Dairesi, göz kamaştırıcıydı. Burada, Osmanlı İmparatorluğu’nun en değerli mücevherleri, altın kaplamalı tahtlar ve Osmanlı padişahlarına ait kılıçlar sergileniyordu. Fatih Sultan Mehmet, sadece askeri dehasıyla değil, aynı zamanda sanata ve zanaata verdiği önemle de tanınırdı. Sarayda sergilenen bu eserler, onun sanata olan ilgisinin ve kültürel mirasa yaptığı katkıların birer kanıtı gibiydi. Özellikle Kaşıkçı Elması, sarayın en gözde eserlerinden biriydi. 86 karat ağırlığındaki bu elmas, dünyanın en büyük ve en ünlü elmaslarından biri olarak bilinir.

Dördüncü avluya, yani sarayın en özel ve sessiz bölgesine doğru ilerlerken, boğaza nazır bir terasa ulaştım. Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği İstanbul’u, aynı açıdan seyretmek oldukça büyüleyiciydi. Padişahların özel hayatlarını geçirdikleri bu bölge, Osmanlı’nın en üst kademesindeki yaşam tarzına dair önemli ipuçları veriyor. Buradan bakıldığında, Boğaz’ın karşısında uzanan tepeler ve İstanbul’un tarihi silüeti, o dönemin ihtişamını bir kez daha gözler önüne seriyor. Bu manzarada, Fatih’in İstanbul’u fethettiği sıradaki gururunu ve bu kenti Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi haline getirme vizyonunu hissetmek mümkündü.
Tabii sarayın en gizemli ve merak uyandıran bölümlerinden biri olan Harem’e de uğramadan geçemezdim. Harem, padişahın ailesiyle birlikte yaşadığı, devletin dış işlerinden izole bir yaşam sürdüğü yerdi. Fatih Sultan Mehmet döneminde sarayın bu bölümü çok daha küçük ve sade bir yapıya sahipti; ancak sonraki padişahlar döneminde genişletilmiş ve daha görkemli hale getirilmişti. Harem’in dar ve uzun koridorlarında dolaşırken, sanki padişahın ve saray halkının gündelik yaşantısına tanık oluyordum.

Gezi sırasında öğrendiğim en ilginç bilgilerden biri de, Fatih Sultan Mehmet’in döneminde Topkapı Sarayı’nın yapımı tamamlanmış olsa da, aslında sarayın bugünkü haline gelmesinin yüzyıllar aldığıydı. Saray, Kanuni Sultan Süleyman ve diğer padişahlar döneminde sürekli olarak genişletilmiş, yeni binalar eklenmişti. Ancak her yapı, orijinal tasarıma sadık kalınarak inşa edilmişti.
Günü bitirirken, Topkapı Sarayı’nın hem Osmanlı’nın siyasi merkezi hem de kültürel bir sembol olduğunu daha iyi anladım. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethiyle başlayan bu büyük miras, sadece askeri bir zafer değil, aynı zamanda bir kültür ve sanat zaferiydi. Sarayın ihtişamı, Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünü ve Fatih Sultan Mehmet’in vizyonunu yansıtan bir mücevher gibiydi. Bu gezi, tarih kitaplarından öğrendiğim bilgileri gerçek dünyada görmek ve deneyimlemek açısından büyük bir fırsattı.
Herkesin bir gün Topkapı Sarayı’nı ziyaret edip tarihin izlerini yerinde görmesi gerektiğini düşünüyorum. Fatih Sultan Mehmet’in mirasını anlamanın en iyi yolu, onun bıraktığı izleri takip etmekten geçiyor.